Bir Ruh Macerası / Ümmi’den Mektuplar 3
Bir gün bir gölün kenarına oturmuş, suyun akışını seyrediyordum. Su öylesine narin, ince ve latifdi ki bakınca dibi görünüyordu. Vayy be, dedim, şu muazzam nesne nasıl oldu da Nuh Tufanı’nda yeri yerinden oynattı, insanları helak etti. Sonra aklıma dünya yüzme şampiyonunun su içerken boğulduğu geldi. Nehrin kenarına uzanıp ellerimi suya daldırdım, öyle güzel akıyordu ki, aklıma gelenler bile korkutmadı beni. Üzerinde bir renk cümbüşü vardı. Yeşil ağaçlar, namütenahi göğün maviliği, uçuşan ve cıvıldaşan kuşlarla hayran hayran bakan yüzüm suya aksetmiş, çok hayreti şayan bir manzara. Ben böyle hayran hayran tabiri caizse ayran budalası gibi bu şahane manzarayı temaşa ederken; birden zamanın durduğunu, kafamın içinde şimşeklerin çakmaya başladığını farkettim. Düşünce bulutları bir araya gelmiş, fikir yağmurları altında ıslanmaya başlamıştı aklım, zihin dünyamda. Hiç birimiz suyun içinde değildik ama suya aksediyorduk. Su’yun içinde olsak dışarda ne işimiz vardı, dışarda isek suda ne işimiz var? Gerçekten, çok basit ve sıradan görünen şu soru taşlarını kaldırıp bi altına bakabilsek öylesine büyük cevaplar bulacağız ki, eminim Kral Midas’ın hazinelerinden bile daha kıymetlidir. Zaten bu alemin kanunu budur. Aradığımız muazzamlıklar, muhteşem ve akıllara durgunluk verecek derecedeki hazineler basit ve sıradan görünen yıkıntıların içine gömülmüş ve deyim yerindeyse gözümüzün önüne bırakılmıştır. Fakat insan aklı, ilk bakacağı yere son bakar. Gözlük çoğu zaman gözündedir, gözlüğünü dışarda arar durur. Bu sözleri de yabana atma haa, bunlarda çölde seraba gölde semaya bakmayanın anlayacağı şeyler vardır. Seri-boş olan değil, seri-hoş olanlara sözümüz. bulut gölgesinden çadırı olanların haline şaşma, bulutlarla arkadaş olanın, sakaların suyuna tamahı olur mu hiç!
Islanan akıl durur mu? illa bir nebat bitirir, hele de arazi mümbit ise. Bir hikaye yazasım geldi, çünkü aklımdakileri lisan ile ifade etmekte muvaffak olamayacağıma kani idim, kelimelerin istidadı da bir yere kadar. Manayı geniş bir alana yayıp, onlarada zulmetmemiş olacaktım. “Kelimelere de zulmedilir mi efendi” der gibi duruyorsun, hiç durma, edilir. Çünkü onlar da bizim gibi bir ‘ümmet’ ve onların da bir ‘ruhu’ var. Bu, uzun ve izaha muhtaç bir konu, eğer merak edersen onuda anlatıveririz bir kenarda.
Gece olunca, oturdum penceremin önüne, bekledim. Neyi? İlhami Abi’nin gelmesini ve bana bu konuda yardım etmesini tabi, daktiloyu da yanımda hazır ettim. İlhami abi kim mi? Kısaca tanıtacak olursam, O dünyanın ve kainatın yaratılışını, tarihini çok iyi bilen, geçmişte yaşanmış herşeyi ve yaşamış herkesi görmüş, büyük ilim adamlarına -ki onları saysam kitap olur- dünyayı değiştiren fikirlerinde yardımcı olmuş ve yol göstermiş birisi. Varlığı okuma konusunda ve anlatma konusunda uzman, hemde bunu yaparken gözünüzün önüne bir projeksiyon yansıtarak yapıyor, tıpkı rüya gibi. O’nu dinlemek ve gösterdiklerini izlemek, gerçekten anlatılamayacak kadar güzel hisler veriyor insana. Bir gün belki nasıl tanıştığımızı da izni olursa anlatırım. Bana öğrettiği usul üzere bazı adabları yapıp, söylemem gereken -yazmama izin vermediği- tılsımlı kelimeleri tekrar edip beklemeye koyuldum. Ay tam karşıda, hemde dolunay. Lambaları kapatıp pencereyi açtım, çünkü mehtabın ışığı yetiyor. Sessizlik, Tek’lik ve kamerin parıltısı… Rüzgarın şiddetlenmesinden anlıyorum onun geldiğini. Ve başlıyor hayal (rüya demedim, dikkat et) ile gerçek arasındaki o dikkatli vakitler.
Hani böyle çizgi romanlarda karakterlerin yanına ufaktan büyüğe baloncuklar çizerler de içine diyalog metinlerini yazarlar ya, birden sanki kafamın üzerinden balonlar çıkmaya başladı, en büyük baloncukta oturduğum yerden karşımdaki duvara projeksiyon gibi yansıyıverdi ve tabiri caizse film başladı. Bir köy var, yeşil ağaçlar yemyeşil çimenlerle süslenmiş, mavi bir nehir masmavi göğün altında akıp gidiyor, kuşlar cıvıldaşıyor, hayvanlar var tabi birde.. Bunların hepsinin varlığı benim irademe bağlı, yani ben neyi ne kadar istediysem ondan o kadar var. Bir köy irade ettim, küçük, 17 hane ve 49 nüfusa sahip. Sanki bir yazılımcıydım ben ve hayalimdeki alem de bir bilgisayar ekranıydı. Bu köyün sakinlerininin her birini özenerek bir fıtrat ve meşreple bezedim, dahası her birinde ağır basan bir sıfat vardı benden. Mesela biri duygusal, biri mantıklı, diğeri mutedil, öteki çok çalışkan, beriki çok tembel, alaycı, ciddi, erkek-kadın, çocuk-yaşlı. Çünkü zıtlıklar olmadan hayalde bile bir bina inşa olmuyor. Şimdi burada şöyle bir soru sormak lazım; bu zıtlıklar ile görünürlük kazanan alemi (hayalinde) var eden ve cümle zıtlığı kendinde barındıran muhayyil, nasıl görünebilir? Siz bu soruyla varlık alemindeki nakışları ibret nazarıyla izlerken, biz yine dönelim manzarayı tarife.
Hepsiyle böyle tek tek ilgilenince bazı yazarların romanlardaki kahramanın ölümüne niye üzüldüğünü anladım. Ve merak ettim, acaba bunlar ‘özgür’ olasalar nasıl olurdu? İrademle onlara varlık boyasından bir renk çaldım, emrimle onlara sınırlar çizdim. Yaşıyorlar, gülüyorlar, ağlıyorlar, savaşlar barışlar, sanki yüzyıllar geçmişti böylece. Her an hepsinden bakan, hepsinden gören, ağlayan, gülen, seven, sevilen vs vs bendim, nasıl oldu bu? Bir ben vardım, bir de onların nazari/hayali varlığı. İşte tam bu hayret ile hayran olmaya başladığım ve kendimi farkettiğim bir gün ortalık titremeye, görüntüler flulaşmaya başladı. Anladım, nasip bitiyordu. Kafamı kaldırdığımda İlhami Abi kahvesini yudumluyor
yüzündeki tebessümle beni okşuyordu. Orada geçen yıllar, burada anca 1 saatmiş meğer. İlhami Abi kendime gelmemi bekledi, bense şuuruna vardığım varlık anlayaşını sorgulama ve anlama gayretinin verdiği sarhoşluktan ayılamamıştım. Bu izlediklerimden kendi alemime ışıklar tutmaya çalışıyordum. Anladım ki bu alem Allahın iradesiyle vardı, her birimize bir renk ve ses verilmişti. Kimki ferdiyyetin idrakine varır ve içindeki rengi aleme yansıtırsa, bu alem ilahi bir gökkuşağı haline gelecek ve kimde içindeki sesi bulup söylerse o zaman alem varlık şarkısını söyleyen ilahi bir senfoni halini alacaktı. Biliyordum, kafamdan geçirdiklerimi okuyabiliyordu. Kendimi tutamadım ve “Ne oldu onlara?” dedim. Hayal de olsa her biri var gibiydiler, merak ettim. Kahvesini masaya bıraktı, bakınca ufkun ötesini gören gözlerini üzerime dikti ve dedi ki:
-Hayal ettiklerin var mıydı?
Var diyelim, hayal bitince yok mu oldular ?
Başımı önüme eğdim…
Mevlana’nın neden aşk’ı bir neyzene, bizleri de ney’e benzettiğini az çok biliyordum, artık anlamıştım. Sanki beynimin karanlık kısımlarındaki nöronlar uyanıyordu, onlara hayat üfleniyordu, İlhami Abi gözlerime baktıkça, susarak ta konuşuyordu O. Fakat benim nadanlığım, anlayamıyordum. Kendi iç sesimle konuştuğumu sanıyordum.
İlhami Abi sözlerine şöyle devam etti:
-Oğlum, insanda 2 göz olması her olaya ve herşeye en az 2 farklı vechten bakması gerektiğini sessiz sözsüz haykırır adeta. Dikkat et, 2 bakar 1 görürüz. Bebeklerde derinlik algısı olmadığı için her şeye ellerini uzatırlar, bugünün insanları da öyleler. Esas itibariyle sizin pek önemsemediğiniz her şey bir varlıktır. Ölüm, ecel, rızık, nasip, kısmet, kader, kaza, cennet, cehennem, harf, sayı gibi sözlerle ifade edilebilen mefhumlarda birer varlığa delalet ederler. İnsan ise sadece kendi canlılık algısına göre her şeye bir değer biçiyor. Bununla beraber her varlık bir yokluğa delalet eder ki sen bunu biraz önce aynel yakiyn deneyimledin. Oğlum, bu alem zıtlıklarla kaimdir ve zıddı olan herşey görünebilir. Her şeyde bu böyledir, fakat dikkat et her şeyinde bir istisnası vardır. Bu istisnaların dahi bir istisnası vardır. Mutlak Varlık, Hu’dur. Fakat O’nun karşısında bir ‘mutlak yokluk’ yoktur, eğer öyle olsaydı O’na da bir görünürlük atfedilirdi ki O, bundan münezzehtir. Hakikat yönünden her varlık yoktur. Varlıkları nazaridir ki ilahi esmaların seyir alanına girmesidir. Yokluk dahi anlam ihtivası olan bir kelime olması bakımından bir varlığa delalet eder. Yokluk yoktur, herşey vardır. Varsa yok olmaz, yoksa zaten var olamaz. Maddeyi aç, en derinine in karşına yokluk çıkar ki siz bugün oraya doğru gidiyorsunuz. Fakat gözlerden basiret gönüllerden hikmet çekildiği için koca koca isminin önünde kalabalık etiketler taşıyan adamlar, bir ”tesadüf” kelimesinin peşinde sürüklenip duruyorlar. Yürüyorsunuz, fakat haliniz, ayaklarından biri alabildiğine uzamış diğeri alabildiğine kısalmış topal bir yolcuya benziyor. Aklınız geliştikçe, gönülden uzaklaşıyorsunuz. Kendinizi bilmek ve tanımak yerine kainatın içinde bir adım mesafe tutmayan ama size yıldızlar kadar uzak gezegenleri tanımaya çalışıyorsunuz. Köpekler vardır bilir misin? Burnunun ucundaki leşin kokusunu almaz da kilometrelerce uzaktaki kokuyu alır. İnsanlık nereye gidiyor? Feraset göziyle bir bak anlarsın. Maddenin ve mekanın içinde mekansızlık, zamanın içinde zamansızlık alemi vardır. “Ne ararsan içindedir” sözünü unutma. Ölüm ve hayat iç içedir, ölüm hayatın içinde hayat ölümün içindedir. Varlık sahasına çıkan, telaffuz edilebilen ve isimlendirilebilen herşey vardır ki Adem’in meleklere üstünlük kurduğu mevzu, gördüğü herşeye isim verebilmesindendi. Kur’an’da bu olayı anlatan ayetteki kelimeleri şöyle bir gönül labaratuarında incele ki bugün artık bu incelikler de kalkıyor aramızdan. Sen, yanlış algılarla zihnine prangaladığın şartlanmışlıklardan ve önyargılardan kurtulmaya çalış. Zaman nehir gibi akar, diye bir algı var, bunu değiştirin. Çok kilidin çözülmesi buradan başlar. Artık biliyorsun, Allah her yerde hazır ve nazır demek insanı şirke götürür. Doğrusu herşey Allah’da hazır ve nazırdır. ALLAH’da Hakk olan Rabb esmasıyla her şeyde hazır ve nazırdır, şeklindedir.
(Bu sözleri tekrar tekrar okumanızı istirham ederim, bunlar kuru bir mantık mahsülü değil, insanlığın genetiğinde yazılı bulunan kadim ve ilahi bir mirasın ürünüdür. )
Sözlerini bitirdikten sonra yanındaki tasa bir şey okudu, üfledi ve bana uzattı. İçinde o narin nesne, elle tutulur, içilir yegane cennet nimeti su vardı, altın renkli bu tasın içerisine işlenmiş ayetler ve tılsımlı harfler sudan görünebiliyordu. Cennetin altından ırmaklar akar, o halde ne demek? Öğrettiği gibi söyledim ve gözümü kapatıp buz gibi suyu içtim, uyandım. Meğer hepsi bir rüya imiş (hayal demedim). beyaz huzurun tel daneleri, alnımda incilenmiş.
Pencereden, gece yarısının ılık havası ile Ay’ın nur damlaları giriyordu odama. ve bir koku vardı. Saatime baktım, içimde yılların verdiği ağırlık saatimde sadece dakikalarla ifadesini buluyordu. Saatin yelkovanından kaçayım derken, zamanın akrebine sokulmuştum sanki. Kulağımda şu ses kaldı, ibadet etmeyen ve inanmayan kimse ruhunun yurdunu ziyaret etmemiş demektir. Susuyorum. Hem, suküt olsun sana tevhid, demiş arifin biri.
Alemde manasız ne var? Hem, manasızlığın bile bir manası var. Bazı sözler vardır, 4 satırda 4 cilt kitabı gizler, anlamaya uğraş. Anlayamasan bile hiç değilse örseleme, gül geç. Ben gönlü engin bilgi alemine açık olanlara söylüyorum.
Arı başka, çiçek başka, bal bambaşka
İrade başka, emir başka, kader bambaşka
Hızır başka, Musa başka, sabır bambaşka
Bu başkalarda başka başka.
Artık sözü bağladık, kal sağlıcakla…